Mehmed Ali Hilmi Dedebaba

 Mehmed Ali Hilmi Dedebaba 1842’de İstanbul’da doğmuştur. Bir Bektaşî şâiri olan Hilmi Dedebaba, Sultan Ahmed civarında Güngörmez Camii imamı Nuri Efendi ile Emine Bacı’nın oğludur.

Ailesi Merdiven Köyü’nde Şahkulu SultanTekkesi post-nişini

Hasan Baba’dan, kendisi de Aşçı Baba’dan el almıştır. 1863’te posta oturan Hilmi Dedebaba, aynı yıl Hacı Bektaş Dergâhı’na giderek icazetini almıştır. 1907’de vefatına kadar bu görevini sürdürmüştür. Mezarı tekkenin haziresindedir.

Ünü yurt içine ve yurt dışına yayılmış Dedebaba üzerine yapılmış bazı çalışmalar vardır1. Dedebaba ayrıca çeşitli ansiklopedilerde de yerini almıştır.

Divanı ölümünden sonra Merdiven Köyü Tekkesi aşçısı Filibeli Ahmed Mehdi Baba tarafından bastırılmıştır2.

Divanda 218 gazel, 30 kaside, 21 murabba, 1 müstezat, 7 muhammes, 8 müseddes, 1 akrostiş, 1 muaşşer, 2 mersiye, 3 kıt’a 10 müfred, 1 beyit, 42 tarih yer almaktadır.

Hilmi Dedebaba Divanı, klasik divan tertibine uygun bir divandır. Yani şiirler elif-ba sırasına göre tanzim edilmiştir.

Şairimizin yazdığı şiirlerde Bektaşi geleneği bariz bir şekilde göze çarpmaktadır. Dedebaba üzerinde Niyâzi-i Mısrî ve Türâbî Baba’nın etkisi hemen sezilebilmektedir.

Divanda kesif bir şekilde Hz. Ali ve Ehl-i beyt sevgisi ve bağlılığı görülmektedir. Dedebaba’nın bazı şiirleri bestelenmiş ve tekkelerde okunmuştur.

Hilmi Dede Baba Divanı’na elif kafiyesinde bir münacatla başlar:

Yâ Rab be-hakk-ı sûre-i Yâsin ü Kaf ü Hâ
Yâ Rab be-hakk-ı Fatiha u nun ü hel-atâ

Bu münacatta çeşitli sure isimleri, bazı ayetler, Hz. Muhammed, torunları Hz.Hasan ile Hüseyin, İmam Cafer, Musa, ehl-i beyt hakkı için ebru-yı hatt-ı yâre aşina kılmasını, sevgisiyle gönlünü doldurmasını, işinin daima hamd ve şükür olmasını, bu isimlerin ruz-ı cezada kendisine şefaat etmelerini, derununun onlarla dolmasını murat ettikten sonra aşk denizinin en iyi yüzücüsü olup nice şiirler yazabilmeyi Tanrı’dan istemektedir. Bunun için de sure-i Kevser hakkı için

aşk şarab-ı ile kanıp neş’e-i beka sahibi olmayı dilemektedir.

İkinci şiire Besmelenin besi ile başlamıştır. Daha sonra pirinden ders alıp aşk yoluna girdiğini, bu yolda Hz. Ali’nin açtığı ilim kapısından içeri daldığını, ay ve güneşin Zeynelaba’nın bir zerresi bile olamayacağını; Hz. Bakır, Cafer, Musa Kazım ve Rıza’nın kıble-i râh-ı hakikat( doğru yolun kıblesi), reh-nüma-yı râh-ı din( din yolunda yol gösterici) olduğunu dile getirmiştir. Taki ve Naki’nin hâk-i pây-i devletinin can gözüne tutiya (sürme) olduğunu ifade ettikten sonra Askeri’nin askeri olduğunu, Mehdi-i Devran’ın şahlarını olduğunu ve sayede nefsin hırslarını terk ederek menzil-i tecride girdiğini, bu sayede Hacı Bektaş-ı Veli’ye riyasız çaker (asker-mürit) olduğunu, aşık-ı sadık olup onun yoluna canını feda etmeye geldiğini belirtir.

Maksat menziline erişmek isteyen bir insana mutlaka mürşit lazımdır.

Tuta bir mürşid-i cânân eteğin can verüp
İrişe menzil-i maksuda kılup kesb-i bekâ

Dede Baba’nın divanında yer alan “habibim” redifli

11. şiir Hz. Muhammed övgüsündedir. Dinî edebiyatımızda habip peygamberi temsil eder. Bu şiirde bilinen birçok kutsal ve divan şiirinde kullanılan sevgilideki güzellik unsurları Hz. Muhammed’in şahsında toplanmıştır:

Nûr-ı vechündür habîbüm kıble-i ulyâ bana
Ka’be-i dîdârun yüzündür Mescidi’l-aksâ bana
Kabe kavseyn olduğun bildüm anunçün ey nigâr
İki kaşındır senin mihrâb-ı ev ednâ bana
Ey sıfatın âyet-i hedinehü’s-sebil
Oldu zâtın nûr-ı sübhânellezi isrâ bana
Ahd ü peymân eyleyüp bağlandım aşkın bendine
Turre-i kisvelerden gider urvetü’l-vüska bana
Âb-ı zemzem menbaı çâh-ı zenehdânındadır
La’l-i nâbun çeşmesidir Kevser-i hamrâ bana
Ravza-i hüsnündür âşıklara Dârü’n-na’im
Cennet içre kâmetündür sidre-i tûbâ bana
Bezm-i hâssından bu Hilmî bendeni dûr eyleme
Sensiz ey cânân gerekmez dünyâ vü ukbâ bana
Gazel-i müzeyyel şeklinde yazılmış diğer bir şiirde
Cismimi kıldım fedâ aşk ile cânân Ahmed’e
Yalınız cismim değil olsu fedâ cân Ahmed’e

diyerek duygu yoğunluğunun boyutlarının nerelere vardığını açıkça göstermiştir. Öte yandan başka bir şiirinde “Sevdim hele bir dilberi kim ismidir Ahmed” diyerek övgüsünü sürdürmektedir

Başka bir beyitte ise Hz. Muhammed’i mürşit, Hz. Ali’yi de rehber olarak tavsif etmiştir:

Mürşidimiz Muhammed rehberimizdir Ali
Âşık olan can verir mürşid ile rehbere

Hz. Muhammed ve Miraç dinî edebiyatımızda çok işlenen konulardan biridir. Dedebaba Divanı’nda da işlenen bu konu müstakil bir kitap olarak yazılabildiği gibi divan içindeki şiirlerde de işlenmiştir:

Menzil-i mi’râca mahbûb-ı Hak itdükde urûc
Nûr-ı vechinden münevver oldu encümle bürûc
İndiler gökden yere teşrifin istikbâl içün
Eyledi bürc-i esedden şems ü mâh ol dem içün
Semme vechullahdan ref oldu cümle perdeler
Kabe kavseyne irüp itdi harem-gâha vülûc
Âşikâr itdi kamu sırr-ı hafiyi Hak sana
Kıldı genc-i a’zâmı esrâr-ı kalbinde dürûc
Yâ Resulullah koma zulmetde Hilmî mücrimi
Nûr-ı vechin oldu bezm-i enbiyâ içre bülûc (Divan/ 35. şiir)
Bir başka şiirde Hz. Peygamber âşıkların sığınağı olarak anılmıştır.

Cenâb-ı izzet-i fahr-ı risâletdür bize melce
Emiri’l-mü’minindür hazret-i isnâ aşer yâhû

Hz. Ali hakkında da yazılmış pek çok şiir var bu divanda. Bu şiirlerde Hz. Ali’den medet istenmektedir. Hz. Ali vasfında yazdığı başka bir şiirde Hz. Ali’nin hidayet yolunun rehberi, velayet sırrının ve inayet lütfunun kaynağı, âyetlerin sırlarının kâşifi, belagat ilminin masdarı, fesahat kaleminin süsleyeni olduğunu anlatmaktadır. Aynı şiirde Hz. Ali, Kuran’ı toplayan olarak verilmektedir. Künfekan padişahı olarak nitelenen Hz. Ali’nin başlangıç ve nihayet olduğu, pişmanlık gününde şefaat edeceği ve daha bir çok özellikleri zikredildikten sonra Hz. Muhammed ile Hz. Ali’nin “nûr-ı vâhid oldukları,

Hz. Muhammed’in mürşit, Hz. Ali’nin rehber oldukları belirtilmiştir. Hilmi Dedebaba şiirinde tecrid sanatı marifetiyle kendine seslenirken Hz. Ali’nin dini, imanı, dilindeki virdi, elindeki tesbihi, hatta tendeki rûh-ı revanı olduğunu,

onun nur-ı Hak olduğuna şüphesini olmadığını veciz bir şekilde dile getirmiştir. Hz. Ali’nin şiirlerde geçen bir sıfatı da

Haydar-ı Kerrâr’dır.

Hz. Ali’ye bende olmak, zümre-i nâcî olmaya yeter:

Zümre-i Nâcîleriz bende olup Haydar’a
Şîr-i Hudâ Murtaza saff-şiken ü saff-dere 

Divanda “lâfetâ illâ Ali, lâ seyfe illâ Zülfikâr”

( Ali’den başka fetâ, Zülfikâr’dan başka kılıç yoktur” kelâmının nakarat olarak tekrar edildiği 8 kıt’alık bir şiir vardır.

Bilindiği gibi her şeyden önce şairimiz bir Bektaşî şairi ve şeyhidir. Bunu divanda her fırsatta veciz bir şekilde dile getirmiştir:

Ehli şevkiz meşreb-i rindâneyiz Bektâşiyiz
Zâhid-i bed-hûlara bî-gâneyiz Bektâşiyiz
Merd-i tecrîdiz ‘alâikden geçüp olduk berî
Bî-tekellüf sâkin-i meyhâneyiz Bektâşiyiz

. . .

Sâbitiz ikrârımızda şekkimiz yokdur bizim
Ahd-i yâre viren merdâneyiz Bektâşiyiz
Cânımız kıldık fedâ Cemâllullaha biz
Şem’-i aşkda yanmağa pervâneyiz Bektâşiyiz


Divanda yer alan 8. ve 9. şiirler Dede Baba’nın intisabı ile ilgilidir.

Sevdim hele bir dilberi kim hüsni cemîlen
Gâyetle güzel misli cihan içre kalîlen
matlaı ile başlamakta
Yüzler süreni sıdkile dergâhına anun
Dünyâda vü ukbâda hor ü zelilen

şeklinde devam ederek isim zikretmeden şeyhini övmektedir. 9. şiirde ise

Yakdı cânım nâr-ı aşkın vech-i ahsen bir yana
Sabr u sâmânım tutuşdı cism ile ten bir yana
Dergeh-i kadr-i bülendinde kul olmuş âf-tâb
Yer öpüp pâyine yüz sürmüş hilâl-i mah-tâb
Hamdülillah böyle bir mahbuba kıldım intisâb
Nûr-ı vechinde yazılmış Fatiha-i ümmü’l-kitâb

diyerek intisabını bizzat dile getirmiştir. Bu şiirde ayrıca şeyhini “gül-beden” olarak vasıflandırmakta ve cümle âleme değişmeyeceğini “Cümle âlem bir yana ey gül-beden sen bir yana” mısraı ile açıkça ifade etmektedir.

13. şiir Mansur Baba vasfında olup aşağıdaki beytin bendler arasında tekrar edildiği 5 bentlik bir müseddesle anlatılmıştır. Mansur Baba, Bektaşilik geleneğinin önemli isimlerinden biridir.

Bî-devâ kaldım çü dermân isteyü geldüm sana
El-meded yâ Şah Kulı Sultan yâ Mansûr Baba
Başka bir şiirinde
Oturdum hânkâhında rızâsın kılmağa tahsîl
Sığındım dest-gîrim Hazret-i Şah Kulı Sultana

diyerek onun elinden tutanı olduğunu ve dergâhında rızasını kazanmak gerektiğini anlatmıştır.

15. şiir “Mürşid-i müşkil-küşâ ya’ni Türâbî Baba” mısra’ı ile birbirine bağlanmış 5 bendlik bir muhammes olup Türâbî Baba mehdindedir:



Mâlik-i mülk-i bekâ-yı menba-ı cûd ü sehâ
Gevher-i genc-i hayâ-yı ma’den-i kân-ı vefâ
Vâkıf-ı sırr-ı Hudâ dâhil-i bezm-i a’lâ
Lem’a-i sırr-ı nümâ Enver-i kul innemâ
Mürşid-i müşkil-küşâ ya’ni Türâbi Baba

Klasik şiir geleneğinde âşık için sevgilinin Kâbe’ye benzeyen yüzündeki bene yüz sürmekten ibarettir. Gerek Divan şiirinde olsun, gerek Tekke şiirinde olsun bu gelenek değişmemektedir. Âşık böylece bezm-i ezelde verdiği ahdi de tazelemiş olmaktadır. Divan şiirinde sevgilinin benlerine yüz sürmek gibi bir vuslat, ancak bir hedef olabilir, ki asla mümkün görülmez, Dedebaba için bu her dem müyesserdir ve o da buna müteşekkirdir:

Hâl-i ruhsârun imiş maksad Hacerü’l-Esved’den
Şükr kim yüz sürmeğim her dem müyesserdir bana

Söz ibadetten açılmışken aşığın mescidinin, mihrabının, minberinin secde yerinin ancak sevgilinin yüzü, gözü ve kaşı olduğunu da belirtmeden geçmeyelim:

Ayn u ebrû mescid ü mihrâb u minberdir bana
Secde-gâhım kıble-i dîdâr-ı dilberdir bana 
Ka’be-i dîdârını kıldım özümçün secde-gâh
Kaşların mihrâbın itdüm kıble-i hamsü’s-salât

Divanda 11 beyitlik “muhabbet” redifli gazelde (30. şiir) her âşığın muhabbet davasında bulunmaması gerektiğini vurgulamaktadır. Kolay olmayan bu davada âşığın gamdan gama düçâr olsa bile muhabbetten şikâyet (şekvâ-yı muhabbet) etmemesi gerektiğini, sabır ve tahammül göstermesi lazım geldiğini söyler. Buna gerekçe olarak da bu işin kıyamete dek süreceğini göstermektedir.

Kerbelâ ve Hz. Hüseyin Bektâşi geleneğinde sıkça işlenen bir konudur. Dedebaba da buna bigane kalmamıştır.

Nûr-ı kandil-i mua’allâdır Hüseyn-i Kerbelâ
Revnak-efzâ-yı musallâdır Hüseyn-i Kerbelâ


Zübde-i âl-i Muhammeddir vücûd-ı nâzüki
Mâye-i feyz-i musaffâdır Hüseyn-i Kerbelâ


Zikr idernâm-ı şerifin rûz ü şeb Hilmî müdâm
Sırr-ı esmâya müsemmâdır Hüseyn-i Kerbelâ

Divanda yer alan 208 ve 209 numaraları şiirler, Kerbelâ, Yezid, Hz. Hasan ve Hüseyin, Zeyneb, Aliyü’r-Murtaza, Muharrem, mâtem-i âl-i abâ, kan gibi konuların veciz bir şekilde işlendiği şiirlerdir.

Hz. Hasan ve Hüseyin kendisinden imdat istenen konumundadır. Sadece onlar değil Hz Muhammed, Hz. Ali ve her biri bir ihtiyacın kapısı 12 imamın hepsinden meded istenmektedir:

Hak Muhammed Ali kurretü’l-aynım
Aman ya Hasanım meded ya Hüseynim
İkrâr u imânum şâh Hüseynim
Aman ya Hasanım meded ya Hüseynim
Ali Zeyne’l-abâ Bâkır u Ca’fer
Cennet-i a’lâda sâki-i Kevser
Âl-i Muhammed şâfi-i mahşer
Aman ya Hasanım meded ya Hüseynim
Musâ Kâzım’dır penâh-gâhımız
Hakka giden hakdır toğru râhımız
Biz bendeyiz anlar pâdişâhımız
Aman ya Hasanım meded ya Hüseynim
Aliyü’r-rızâdur kıble-i hâcet
Muhammed Tâkî’dir sâhib-kerâmet
Aman ya Hasanım meded ya Hüseynim
Hasanü’l-askerî ka’be-i irfân
Muhammed Mehdî’dir sâhibü’z-zamân
Âl-i Muhammed’dir derdlere dermân
Aman ya Hasanım meded ya Hüseynim
Fahr-ı risâletdir öz dedeleri
Hadicetü’l-kübrâ hem ceddeleri
Fatımatü’z-zehrâ vâlideleri
Aman ya Hasanım meded ya Hüseynim
On iki imama bendeyiz bende
Anların aşkıyla gönlümüz zinde
Hubb-ı sıbtįn ile olduk ferhunde
Aman ya Hasanım meded ya Hüseynim
Pîrim Hacı Bektaş evlâd-ı Haydar
Âl-i Muhammed’den toğdı ol gevher
Hilmi Dede pîrim uşşâka rehber
Aman ya Hasanım meded ya Hüseynim 

Dedebaba, divanda zaman zaman vahdet konusunu da işlemiştir. Bir beyitinde dedi-kodu ve kesretin vahdete ulaşmaya engel bir perde olduğunu, bu perdenin açılması halinde ortaya Cemalullah’ın çıkacağını belirtmiştir.

Bu kîl ü kâl bu kesret olupdur perde-i vahdet
Görinen perdeden yine Cemalullahdır câna 

Dedebaba, Hakk’ı perdesiz gördüğünü şu şiirde alenen söylemektedir:

Sırr-ı Hak oldı a’yân her yerde
Arada kalmadı hiçbir perde
Lâkin anı görecek göz ister
Görinen Hak ola çeşm-i terde

Cemâl-i Rahman’ı bu dünyada gördüğünü hiç gizlememiş, hatta bu işin nasıl olduğunu bile beyan etmiştir:

Bihamdillah irişdim devlet-i dîdâr-ı Rahmana
Beşâret tâcını giydim tecellî irdi bu câna
 

. . .

Gehi ma’den gehi nebât gehi hayvân olup geldim
İrince devr-i âdeme boyandım türlü elvâna

Vahdet-i vücudun işlendiği 16.şiir gazel şeklinde yazılmış bir vahdet-nâmedir desek mübalağa etmiş olmayız:

Bu âlem kim görürsün bir tecelli-gâhdır câna
Kimi âkil kimi mecnûn kimi âgâhdır câna
Kimi zâlim kimi mazlûm kimi fâsık kimi ma’sûm
Kimi âbid kimi zâhid kimi gümrâhdır câna
Kimi âlim kimi câhil kimisi mürşid-i kâmil
Kimi müflis kimi de sadr-ı ulvi câhdır câna
Sunûât-ı İlâhidir bu ef’âl-i tenevvü hep
Her eşyâ bir tecelli-i mahzar-ı billahdır câna
Münezzeh cümle eşyâdan aceb sırr-ı hafîdir bu
Görünen her mezâyâdan yine ol şâhdır câna
Bu kîl ü kâl bu kesret olupdur perde-i vahdet
Görinen perdeden yine Cemalullahdır câna
Gören kimdir görünen kim bu vahdet-hânede Hilmi
Gören de görünen de cümle nûrullahdır câna

Divanda ayet ve hadislerden bazen tercüme bazen de iktibas yoluyla faydalanılmıştır. Ayrıca sure adları da bazen teşbih yoluyla bazen de bir dileğe aracı olarak kullanılmıştır.
Men aref sırrına irdin ise âdem oldun
Yohsa her sûret-i insan olan olmaz hûş-yâr 
Eğerçi men aref sırrından âgâh oldısa nefsün
Olur idrâk iden Rabbisini kâmil beşer yâhû G

Yâ Rab be hakk-ı sûre-i Yâsin ü Kaf Ha
Yâ Rab be hakk-ı Fatiha vü Nun ü Helatâ

Bâ-yı Bismillahirrahmanirrahimden ibtidâ
Ders alıp pîrimden itdüm râh-ı aşka iktidâ
Nokta-i bâdır tarîk-ı sırr-ı feyz-i mustakîm
Şehr-i ‘ilmin şâhıyum didi Ali-i bâ-behâ

Kabe kavseyn olduğun bildim anunçün ey nigâr
İki kaşındır senin mihrâb-ı ev ednâ bana
Ahd ü peymân eyleyip bağlandım aşkun bendine
Turre-i kisvelerden gider urvetü’l-vüskâ bana

Semme vechullahdan ref oldu cümle perdeler
Kabe kavseyne irüp itdi harem-gâha vülûc

Yazdı levh-i kâinata kilk-i kudret kâf ü nun
Yek nazarda oldı peydâ külli şeyün yusaddirûn
Nûş idince câm-ı mevti aşk ile Hilmi Dede
Gûş idenler diyeler innâ ileyhi râciûn

Tasavvufun kaynakları arasında gösterilen “küntü kenz” hadisini ise şu şekilde değerlendirmiştir Hilmi Dede:

Her eser oldı müessirden ayân ey merd-i Hak
Küntü kenzin sırrını fehm itdi andan nâzîrûn 

Kendine kendini mir’at itdi gene kendisi
Hüsnüni seyr itmege her zerrede gösterdi şân 


Sevgi ta bezm-i ezelde takdir olunmuş ve insanın kaderi olmuştur. Bu da bu dünyada sevgilide tecelli ederek aşığın karşısına çıkmıştır. Nereye ve neye bakarsanız onu göreceksiniz :

Celîl-i nazm-ı aşkı enver-i ruhsâre yazmışlar
Ulûm-ı minedin sırrın ulü’l-ebsâre yazmışlar
Kirâmen kâtibin evvel sücûd-ı âyet-i seb’â
Hutût-ı heft harf ile cemâl-i yâre yazmışlar
Okudum mushaf-ı hüsnünde yârin semme vechullah
Hakîkat Ka’besin esrârını dîdâra yazmışlar
Gel ey zâhid dem-i âdemdesin insâniyet kesb it
Rümûz-ı ahsen-i takvîm-i aşkı yâre yazmışlar
Yıkarsa kalbin a’dâlar iriş bir mürşîd-i zâta
Gönül ta’mirinin keşfini ol mi’mâra yazmışlar
Göründü şabbı emred sûretinde aynuma bir er
Bu vech-i ma’nevi Hilmî cem-i ikrâra yazmışlar

Şeriat ve tarikat bu divanda sık sık karşılaştığımız iki kavramdır. Üstat, şeriatı zâtının terkibi, tarikatı ise mayasının özü olarak göstermektedir. Tasavvufta çok işlenen şeriatsız tarikat olmaz ilkesiyle örtüşen bir ifade tarzını aşağıya alıyoruz:

Şeriat terkîb-i zâtım tarîkat gevher-i kânım
Çekildi haddeden bir bir gelince tâ bu devrâna G.214/5

Tasavvufta melâmet önemli ilkelerden biridir. Dedebaba, kendisinden önceki mutasavvıflarda da görüldüğü gibi riyakârların kınamalarından korkmadığını, çünkü melâmet taşının ( ne kadar çok kınandığını dile getirmesi bakımından önemlidir) çevresinde âdeta bir kale olduğunu şu beyitle dile getirmiştir:

Ne bâkim var riyâkârân-ı dehrün tîr-i ta’nından
Hisâr olmuş melâmet taşı Hilmi çevre yanımda (G. 223/7)

Cem, Bektaşî geleneğinde önemli yere sahiptir. Dedebaba, gönlüyle söyleştiği bir demde

Gönül gel seninle bir iş edelim
Cümle işler gerü kalsun o demde
Özümüz dervîş-i derd-mend edelim
Erenler erkânı âyin-i cemde
 

diyerek cemin mahiyetinin erenler erkanı olduğunu anlatmıştır.

Divanda yer alan “geç” redifli gazelde aşk tarikının usülü anlatılmaktadır .

Tarîk-ı aşka gir cânâ sevâd-ı mâsivâdan geç
Makâm-ı terk ü tecride irüp nefs ü hevâdan geç
Rızâ vü emr-i Hakk’ı tut yapış bir dest-i mürşide
Vücûd-ı allemel-esmâyı bil şirk ü riyâdan geç
Hakîkat bâbının miftâhı aşk-ı sırr-ı alâdır
Dühûl itmek dilersen bezm-i hâssa hâs u lâdan geç
Hayâl-i nefs imiş âlemde hubb-ı saltanat zevki
Telebbüs it libâs-ı fakrı da havf ü recâdan geç
Bekâbillaha yetmeklik dilersen sen de ey Hilmi
Hased ü bugz ü tama’ kin tutma gel kibr-i fenâdan geç

Başka bir beyitte de bir mürşide mensup olmadan yani ona bağlanmadan aşk ilminin sırlarını anlaşılamayacağını söylemektedir:

Bütün ilmini fehm itmez olanlar kîl ü kâl ehli
Bu esrâr anlaşılmaz olmadan bir mürşide mensub

Yolun usülü bu şekilde anlatıldıktan sonra, bu yola giren kişinin hangi halde olacağı da anlatılmıştır:

Bir kişi kim zât-ı Hak’dur Hakk’a zâtı yâr olur
Âşık-ı sâdık muhibb ü tâlib-i dîdâr olur
Çün elest bezminde lâyı ref’ idüp illâ diyen
Ahdine sâbit-kademdür sâdıku’l-karâr olur 

Yolun hali anlatıldıktan sonra kişinin nasıl davranması gerektiği, bir gönülde iki yar olmayacağı, bütün bunlara “dâmen-i hünkâr”ın yetişeceği vurgulanmıştır:

Sevme gayriyi gönül âşıka bir yâr yetişir
Dil-i dîvâneye bir dilber ü dildâr yetişir

. . .

İki âlemde budur maksadı ehl-i aşkun
Hilmiyâ sıdk ile tut dâmen-i hünkâr yetişir

Dedebaba, hangi kaynaklardan beslendiğini şu gazelle anlatmıştır:

Bihamdillah haber aldım yine cânân otağından
Gelür subh ü mesâ bûy-i hakikat Hırka Tağı’ndan
Zülâl-i bâde-i aşka virüpdür neşe-i sâni
Akar seker bîkârı mesel zemzem Dede Bağı’ndan
Hakikat ni’metinin ehl-i inkâr lezzeti bilmez
Ne bilsün tutmamış nân ü nemek pîrin ocağından
Sürüp hâk ü der dergâh-ı pîre vechin ey âşık
Uyandır kalb kandilin Balım Sultan çerâğından
İdenler Hazret-i Hünkâr’a candan kulluk ey Hilmî
Olur dilşâd ile âzâde elbet gam bucağından 

İnsan her isteğini her zaman elde edemez. Eğer istenen şey vakti geçtikten sonra elde edilirse bir faydası olmaz, adeta ölüm döşeğine düşmüş bir kişinin önüne çıkan fırsata benzer. Bu duyguyu Dedebaba şöyle dile getirmiştir:

Son deminde gelen ikbâl buna benzer hemân
Neylesün kan tüküren bir kişi altun leğeni

Ölüm de dinî edebiyatımızda oldukça sık işlenen bir konu olmuştur. Dedebaba da bunu şöyle ifade etmiş:

Tecerrüd mesleğinde dâim ol Hilmi Dede dâim
Gelen bu âlem-i hestîye encâmı göçer yâhû 

Ayrılık edebiyatımızda en çok işlenen konulardandır. Ayrılık ile ölümü tarttıran ve ayrılığı ölümden daha ağır gören bir milletin mensubu olan şairimiz de ayrılık üstüne şunları söylemiştir:

Rûz-ı hicrânın beher sâniyesi bir yıl gelür
Hilmiyâ cem’ eyleyüp bir bir hesâb ittim bu şeb

Tasavvuf disiplininde dünyaya hiç önem verilmez. Hilmî Dede bunu “olsa da bir olmasa da” ifadesi ile veciz bir söyleyişle dile getirmiştir:

Ferah-ı devleti dil bulsa da bir bulmasa da
Tâlib-i vuslat olan gülse de bir gülmese de
Menzil-i aşka eren sıdk ile ehl-i hâle
Gam u ş”âd”i-i felek olsa da bir olmasa da
Gözümün yaşı ile beslediğim âlemde
Gül-berk-i emelim solsa da bir solmasa da
Bâde-i la’l-i lebinden kanan ehl-i aşkın
Kadehi bâde-i semm tolsa da bir tolmasa da
Hilmiyâ Gülşen-i vahdetde ne gam zâhid-i har
Gonce-i ömrüm eğer yolsa da bir yolmasa da

Bazı şiirlerinde klasik şiirimizdeki sevgiliye ait mazmunları kullanmaktadır. Mesela Fuzûlî’de görebileceğimiz bazı kalıp ifadeleri Dedebaba’nın divanında da görmekteyiz. Eski şiirimizde bir kategoriye ait kelimeler başka bir kategoriyi anlatmakta da kullanılmıştır.

Kaşınla kirpiğin zülfün senin ey kâmet-i zîbâ
Biri misk ü biri anber birisi sünbül-i ra’nâ
Cemâlün hüsn ü ânun ruhları âlün gül-endâmın
Kamer-tal’at melek-haslet perî peyker saçı leylâ
Gözün âhû dişün incû dehânun hokka-i dârû
Nigâhun cân virür mürde dile nutkun ider ihyâ
Müselsel turre-i kisvelerin hable’l-metin olmuş
Mühelhel sûretin uşşâka nûr-ı urvetü’l-vüskâ
Kulağın mahzen-i hikmet meşâmın bûy olur Hak’dan
Dudağun çeşme-i kudret lisânun kenz-i lâyüfnâ
Vücûdun Tûr-ı Sinâsı tecelligâh-ı Mevlâ’dur
Göründü dest-i pâkünden zihi sırr-ı yed-i Beyzâ
Tavaf eyler melâik ins ü cin Hilmî Dede ey yâr
Yüzün beyt-i muazzamdur cemâlün kıble-i ulyâ

Düşdi gönlüm ey sanem kirpiklerin sevdâsına
Cân u cihân virmişem ebrûların arasına
Gelmiş cemâlin şânına nûrun alâ nûr âyeti
Ya ben nice dil virmeyem yârin ruh-ı zîbâsına
Hüsnün gören âşıklara cennet visâlündür senin
Müştâk olanları hısâb kâmetin tûbâsına
Nergis gözün yağmalamış imân u akl-ı âşıkı
Kimdir aceb karşu duran yağmurun yağmasına
Yûsuf misâli niceler çâh-ı zenehdânındadır
Aşk ehli olmuşlar esîr-i zincir-i zülf arasına
Yandım yıkıldım ey sanem Allah içün kandır beni
Dil-teşneyem ben tâ ezel la’l-i lebin sahbâsına
Lutf eyleyüp Hilmi Dede cânânımız kılsa kabûl
Ben cânumı nezr itmişim bezm-i safâ-efzâsına 

Bir başka gazelde sevilenin ruhsâr-ı âli âşığı aşk âteşine yandıran ve sabahlara kadar gönlü ah ettiren visâl arzusudur. Âşığı sevdâlara düçâr eden sevgilinin kaşları ve benidir. Sevgilinin boyu(kadd-i dâl) ise âşığın zayıf cismini nâtüvân edendir.

Klasik şiir geleneğinde olduğu gibi Hilmi Dede de vaize sık sık çatıldığını görüyoruz:


Mey ü mahbûb arzu kıldığım ayb itme ey vâiz
Mey ü mahbûb olan yirde olur her şeb sabâ meclis


Hak-şinâs ol ey güzel fehm eyle kendi nefsini
Kîl ü kâl-i vâ’ize uyma kelâmı muhtelif

Vâiz fikr it hâlet-i merdâne-i aşkı
Bir mûr-ı dile değme Süleyman’ı üzersin

Hakdan özge nesne yok âlemde ey vâ’iz ıyân
Hak nazar kıl kim hemîn Hak’dan ibâretdür cihân (G. 201/1)

Mest olup vahdet şarâbından bugün Hilmî Dede
Söyleyen Hak’dır bu nutkı eyleme vâ’iz gümân

Daha önce Fuzûlî’de diğer divan şairlerinde gördüğümüz tabipten şifa istememek motifi Dedebaba da vardır. Hem de hayatı pahasına. . .

Hayâtın terk ider Hilmî tabîbe keşf-i râz itmez
Marîz-i aşk olan mustağnidir dâr u şifâsından

Hilmi Dedebaba kâinattaki her şeyin insanda gizli olduğunu veciz bir şekilde dile getirmiştir.

Lâ dime zâhid illâ gizlidir âdemdedir
Allemel-esmâ hem müsemmâ gizlidir âdemdedir

Hilmi Dede, birkaç şiirinde “Nevrûz”u işlemiştir. Bilindiği gibi Nevrûz ta Orta Asya’dan beri kültürümüzün bir parçası olarak devam ede gelen bir bayramımızdır.

Bihamdillah gidüp gam geldi nev-rûz-ı neşât-efzâ
Bezendi sü-be-sü elvân çiçekle tağ ile sahrâ
Bahar eyyâmı kevne zîb ü zînet bahş içün el-hak
Olupdur gülistanda gül bedenden goncalar peydâ
Çemen tıflını emzirdikçe dâim ebr-i nisandan
Giyüpdür dâye-i arz ol şerefle hil’at-ı hadrâ

. . .

O meh ağyâr ilegice safâda kahkahalar ile
Hezerân yâ Sabûr çekmede Hilmi-i şeydâ


Divanda yer yer arkaik söyleyiş özellikleri görülmektedir. 37.gazelin redifi “yoh”tur. Buna mahalli söyleyiş de denebilir, ama eskiden de bu söyleyişin böyle olduğunu biliyoruz.

Bir şiirde bugünkü -dır, -dir, -dur,-dür ekinin durur şeklinde kullanıldığını görüyoruz.

Zülfi karalar çok durur
La’lün vefâsı yok durur
Her gamzesi bir ok durur
Karşu siperdârun nedür? 

Başka bir şiirde uyku /yuhu, bir diğerinde ise sançılmak kelimesine rastladık:

Sanma gâfil gönlümi cânâ cünûn-ı aşkdan
Gelmez asla aynuma fikr ü hayâlinden yuhu

 
İltifât-ı yâre mahzar oldı Hilmi âkıbet
Sîneme sancıldı kaşı yâdan müjgân oku 

Yüzyıl özelliği midir, yoksa tekke mensubiyetinin etkisi midir bilinmez, Türkçe kelimelerle Farsça ekler bir iki yerde birleştirilmiştir ki bu divan şiirinde pek görülmemektedir.

Tecerrüd âsumânından doğunca Hilmi-i kemter
Münevver itdi meydânı şeb-i vuslatda ay-âsâ

“Ahı” kelimesi de bugün unutulan kelimelerimizdendir. Dedebaba’nın divanında bu kelimeye de rastladık:

Ey ahı ârif isen eyleme aslın inkâr
Bir avuç hâk-i siyehden yaratıldın ey yâr

İyelik ekinin sı’lı biçimine örnek:

Eğerçi men aref sırrından âgâh oldısa nefsün
Olur idrâk iden Rabbisini kâmil beşer yâhû 

Tevdi etmek, teslim etmek, emanet etmek, vermek, yetiştirmek, ulaştırmak anlamlarına gelen tapşırmak fiiline de rastladık divanda.

Cefâyı çekmeyen irmez safâ-yı zevk-i dîdârına
Belâya sâbir olmak tapşırur uşşâkını yâre


Divanda yer alan 18. şiir bir “Elif-nâme”dir.

Elif-nâme, eliften başlayıp ye harfine kadar, her harf ile başlayan bir mısra veya beyit ya da dörtlük tertip etmek suretiyle meydana getirilen şiirlere verilen isimdir. Hem halk şiirinde hem de divan şiirinde örneklerine rastladığımız elif-nâmelerde şairler dile hakimiyetlerini ve ustalıklarını sergilerler.


Pir-i Sani

Pir Balım Sultan


1500  yılı civarlarında içinde posta oturmuştur. Yol içinde yaptığı hizmetlerden dolayı Pir sani (ikinci pir) adıyla adılır. ( Bektaşiler içinde zaman zaman üçüncü pir (pir-i salis) adıyla ortaya çıkan, şahıslar olduysada bunun gerçekle bir alakası yoktur).

 

Tarikatın kurumsal bir yapıya kavuşması Balım Sultan zamanında olmuştur. Bektaşiligin temel taşı olan erkanname Balım Sultan tarafından şekillendirilmiştir. Çeşitli kaidelerin konulması, ve yine mücerred makamının kurulması ve bu makama girilirken kulağa takılan Mengüş adındaki küpenin kullanımı da Balım Sultan zamanında olmuştur.

 

 


Yakın Tarihimizden

bir Bektaşi:

 Ahmet Edip Harabi


1853 yılında İstanbul"da doğdu. Asıl adı Ahmet Edip"tir. Harabi,

 sonradan şiirlerinde kullandığı mahlastır. Bazı şiirlerinde adı Edip olarak geçer.

Bahriye Birlik katibi olan Harabi, ömrünü İstanbul ve Rumeli"de

geçirmiştir. 17 yaşında Bektaşiliğe giren Harabi bunu bir şiirinde şöyle anlatır ;
 

Berzahtan kurtuldum çıktım aradan,
Onyedi yaşında doğdum anadan,
Muhammed Hilmi Dedebaba'dan,
Çok şükür hamdolsun geldim imkane.

 

Harabi 1917 yılında Hakka yürümüştür.

Harabi"nin kendi elyazısı ile meydana getirdigi divan 570 sahifelidir.

 

Çok genç yaşında, Merdiven Köyü Bektaşi Tekkesinde Mehmet Ali Hilmi Dedebaba"ya ikrar verip tarikata giren Harabi hayatının sonuna kadar bu ikrara sadık kalmış, şiir ve nefesleri ile Bektaşi edebiyatının en kudretli ustadlarından biri olmuştur.


Yunus Emre

1500  yılı civarlarında içinde posta oturmuştur. Yol içinde yaptığı hizmetlerden dolayı Pir sani (ikinci pir) adıyla adılır. ( Bektaşiler içinde zaman zaman üçüncü pir (pir-i salis) adıyla ortaya çıkan, şahıslar olduysada bunun gerçekle bir alakası yoktur).

 

Tarikatın kurumsal bir yapıya kavuşması Balım Sultan zamanında olmuştur. Bektaşiligin temel taşı olan erkanname Balım Sultan tarafından şekillendirilmiştir. Çeşitli kaidelerin konulması, ve yine mücerred makamının kurulması ve bu makama girilirken kulağa takılan Mengüş adındaki küpenin kullanımı da Balım Sultan zamanında olmuştur.


Pend-i Bektaşi


-Ara bul.
-Kadinları okutunuz.
-incinsen de incitme.
-Murada ermek sabir iledir.

-Araştırma açık bir sınavdir.
-Her ne ararsan kendinde ara.
-Eline, diline, beline sahip ol.
-Arifler ehlinin ilk makamı edeptir.
-insanin cemali sözünün güzelligidir.
-Nefsine agir geleni kimseye tatbik etme.
-ilimden gidilmeyen yolun sonu karanliktir.
-Düşünce karanligina işik tutanlara ne mutlu.
-Hiçbir milleti ve insani ayiplamayiniz.
-Düşmaninizin dahi insan oldugunu unutmayinız.


Tarikatın 1826'dan 1925'e kadar olan gelişimi


II. Mahmut saltanatında yapılan yokedilme girişimlerinde yalnızca 23 yıl sonra 1849 da tarikatın yine dikkate deger bir güce ulaştıgı kesindir. 19. yy. ortasına doğru bektaşilik yalnızca yayılmakla kalmayıp yüksek çevrelerde de etkinlik buluyordu.

Lucy Garnett’e göre ( mysticism and magic in Turkey, s 73)

 Sultan Abdulmecit’in ( 1839-1861) bir yasal eşi olan bezmi sultan bu yüksek konuma yükselişini İstanbul yakınındaki Merdivenköy yakınındaki meşur Bektaşi tekkesi zeminindeki “dilek taşı”nın üzerine çıkmasına bağlamıştır. Bu taş Azbi Çavuş’un mezarının yanında durmaktadır. Ve bektaşi anenelerinde üzerne çıkanın dilegi yerine getirme gücüne sahiptir şeklinde anlatılır. Bu Bezmi Sultan yoluyla olsun yada Bektaşi Birileri aracılığıyla olsun 1869 yılına doğru Bektaşiler

yönetimde kendi savunmalarını güçlü olarak yapan etkileri olduğundan emin olmuşlardı. 


Tasavvuf


Arapça tasavvuf kelimesi yün elbise giyinme anlamında suf kökünden

gelmiştir.


Suf yün giyme anlamında kullanılır.
Suffe ehli; ise adına

yün giyenler manasında "Sufi" denilen kişilerdir ki genel kanı bu kişilerin Medine'de durcak yerleri,
sığınacak kimseleri olmayan dört yüz civarında erkekten oluştuğu yönünde olsada, işin hakikati tamamı ile başkadır.

İslam anlayışında “tasavvuf” ile bilinen yaklaşım, batı düşünce

tarihinde “mistisizm” olarak karşılık bulur.


Bu kelimenin Eleusinian mister(sır, gizli hikmet)lerle ilgilenme sonunda ortaya çıktığı öne sürülür.
Misterlerin rolü, insana eşyanın içine ait bilgiyi(batıni); yani ilahi bilgiyi kazandırmak ve insanı yeniden ezeliyete kavuşturmaktı.


Erkânlar

Erkân kelime anlamı ile “biçim, tarz, yöntem, usul” anlamına gelir. Bektaşi tarikatının en önemli noktalarından biridir.

 

Bektaşiler “Hak”kı burada görürler.

 

Hulasa cennet, cehennem, insanın yaradılışı, alemin yaradılışı, kıyametin kopması,  ölüm ve yeniden doğma ve nihayetinde edebi yaşama sırrına kuvuşma ve Hakikate dair diger her ne varsa hepsi Bektaşi Erkanı’nın içindedir, burada görülür ögrenilir.

 

İnsanın, Allah’ın kendisinde tam olarak tecelli ettigi tek varlık ve bütün insanlığında bir varlık olduğunun temsilidir.

Haşr ve Neşr’den sonra insanın Allah’a kavuşmasını ve bütün benliklerin ortadan kaldırılmasını temsil eder, bu bakımdan Şamanizm’i aks ettirir. 

Bektaşi olmayan kimse Erkâna giremez, göremez ve hiçbir Bektaşi tarafından Erkanın biçimi, seyri ve hali Bektaşi olmayan “can”lara anlatılmaz.

Erkan sırdır, sırlar ile doludur. Hal böyle iken her Erkana giren, işleyişi gören Bektaşide bu “hal”e varır bu sırlara erişir denemez.

 


Site en iyi Firefox tarayıcı ile görüntülenebilmektedir.

site © 2006-2012 Bektasi.net ©- Her Hakkı Saklıdır - Bu sitede yazılanlar bilgi amaçlıdır.

Bu Sitenin ve yazarının Bektaşilik ile organik bir bağı bulunmamaktadır.

Sitede hazırlanması esnasında var ise gözden kaçan eksik, yanlış bilgiler ve hatalar Bektaşilige mal edilmemelidir.

Aldığımız Feyz ile Tarikat-ı Bektaşi'ye hakkında bilgi veren İnternet Sitesini Derlemek Cürretinde Bulunduk.

Eksiklerimizin Tamamlanmasını Hatalarımızın Af 'fını Hak Erenlerden Niyaz Ederiz.